Copyright © Ömer Kurt
Design by Dzignine
2 Ekim 2016 Pazar

Gelişim

   Gelişim, sürekli hayatımızda olan bir kavram. Büyüme, gelişme, gelişim, olgunlaşma... Baktığımızda aynı şey gibi gelen bu kavramların aslında birbirinden çok farklı anlamları var. Gelişimin kelime anlamı; döllenmeden başlayıp yaşamın sonuna kadar devam eden bedensel, sosyal, bilişsel ve duygusal değişimlerdir. Her gelişim bir değişimdir ancak olumlu yönde olmayan hiç bir değişim gelişim değildir. Gelişimi ve önemini size kavramlarıyla birlikte açıklamaya çalışacağım.

Büyüme: Büyüme gelişimin nicel yönüdür. Nedir gelişimin nicel yönü? Mesela boydaki artış, kilodaki artış... Yani gözle görebildiğimiz artışlar büyümedir. Gelişimin tüm döneminde görülür ancak büyümenin hızı her dönemde farklıdır. En hızlı olduğu dönem doğum öncesidir. Büyüme, gelişimin diğer bir kavramı olan olgunlaşmanın ön koşuludur.

Olgunlaşma: Olgunlaşma denilince akla meyve ve sebzelerin yenilebilecek seviyeye gelmesi, insanların yaşlarına göre kendilerinden beklenilen hareketleri yapması gibi tanımlar geliyor. Kitaplarda da olgunlaşmanın tanımı; organizmanın kendisinden beklenilen fonksiyonları yerine getirebilecek seviyeye gelmesi olarak veriliyor.

   Olgunlaşma bir işi yapabilecek seviyeye gelmektir. Öğrenme ile hiç bir alakası yoktur, olgunlaşmada öğrenmenin etkisi yoktur. Ne demek peki bu? Örnekle açıklamak gerekirse bir çocuğun bisikleti iki tekerlekle kullanabilmesi öğrenme, çocuğun vücudunun bisikleti sürebilecek seviyeye gelmesi olgunlaşmadır. Ya da yeni doğan bir bebeğin boynunu dik tutamazken aradan  5 6 ay geçtikten sonra boynunu dik tutabilmesi olgunlaşmadır.

Öğrenme: Öğrenme bireyin kendi yaşantısı yoluyla, nispeten kalıcı izli davranış değişikliğidir. Öğrenme olumlu ya da olumsuz olabilir. Okula giden bir çocuğun yazı yazmayı öğrenmesi olumlu yönde bir öğrenme olurken okulda arkadaşlarıyla küfürlü konuşmaya başlaması olumsuz yönde öğrenmedir. Alkol, hastalık, sakatlanma gibi durumlarda gerçekleşen kısa süreli davranış değişiklikleri öğrenme değildir. Bir şeyin öğrenme olup olmadığını anlamak için üç soru sorulur;

1) Davranış değişikliği var mı?
2) Yaşantı yoluyla mı kazanıldı?
3) Nispeten kalıcı mı?

   Bu üç sorunun tamamına evet cevabını veriyorsak öğrenmedir. Bir cümle ile bunu test edelim. Yüksek sesle müzik dinleyen Ahmet, komşular bu durumdan şikayetçi olduktan sonra kulaklık kullanmaya başladı. Bu cümledeki durumun öğrenme olup olmadığını anlamak için sorularımızı soralım. Davranış değişikliği var mı? Evet var, Ahmet daha önce kulaklık kullanmıyorken artık kullanıyor. Yaşantı yoluyla mı kazanıldı? Evet, komşular rahatsız olduktan sonra gerçekleşti davranış değişikliği. Kalıcı mı bu davranış değişikliği? Evet, bundan sonra şikayet almamak için kulaklık takmaya başladı. Yani bu cümlemiz bir öğrenme örneğidir.

Hazırbulunuşluk: Bir işi, davranışı yerine getirebilmek için gerekli olan ön bilgi ve yeterliliğe sahip olmaktır. Mesela pizza yapabilmek için hamur açmayı bilmek hazırbulunuşluktur.

Kritik Dönem: Organizmaların dış uyarıcılara karşı daha hassas ve öğrenmeye karşı daha açık olduğu dönemlerdir. Bir işi yapabilmek için başka fırsatımız olmayan ya da fırsatımız olsa bile eksik bir şekilde olacağı zamandır. Örnek verecek olursak; kuşlar yumurtadan çıkarken verdikleri büyük uğraşlarla yumurta gelişimlerini tamamlar, eğer yumurtadan çıkma aşamalarında yardım alırlarsa dünyaya ayak uyduramaz ve ölürler. Kuşların yumurtadan çıktıkları bu dönem gelişimleri için kritik dönemdir.

Tarihsel Zaman: Belli bir zamanda meydana gelen gelişmelerin belli gruplarda aynı tür davranışlara yol açmasıdır. Buna Irak Savaşı başladıktan sonra gençlerin silahlı bilgisayar oyunlarına yönelmesi ya da Kurtlar Vadisi dizisi başladıktan sonra lise öğrencisi gençlerin siyah uzun ceketler giyip topluca gezmeye başlaması örnekleri verilebilir.

   Gelişim; hayatımızın sonuna kadar yaşayacağımız, düzenli gerçekleşmezse büyük sorunların yaşanacağı, eğitim fakültesi öğrencisiyseniz KPSS sınavında başınıza bela olacak bir konu olduğu için çok önemlidir. Gelişimin olumlu yönde olması hakkında fikir vermesem de gelişimin ne olduğunu size elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım.

   Anlatımımda hata varsa yorum atarak bilgilendirirseniz sevinirim. Özel olarak değinmemi istediğiniz bir konu olursa yine yorum atarsanız o konuyla ilgili bir yazı daha paylaşmaya çalışırım. Kendinize iyi bakın :)
20 Eylül 2016 Salı

Yaz Tatili Özeti; Burnaz, Zorkun, Karaçay

   Okulun bir hafta sonra açılacak olmasına rağmen ufak tefek işleri halletmek için dün Osmaniye'den kalkıp sokaklarından mis gibi kebap kokusu akan Adana'ya geldim. Evinden 100 km uzakta okuyan birinin otobüs bileti ara, ailecek otogara git, ağlayanlara teselli ver ve bunun gibi bir sürü derdi olmuyor. Beni Adana'ya götürsene çok eşyam var diyecek babanız, anneniz, eşiniz, dostunuz varsa 1 saate sizi ulaştırıyor yurdunuza. 4 aylık tatilimi bitiren o 1 saatlik  yolculuk esnasında ne yaptım ben tatilde diye düşündüm de...

   Hayatımın geri kalanını ilgilendiren en büyük adımlardan birini attığım bu yaz tatilinde kendime fazla vakit ayıramadım. Yıllardır birlikte olduğum kız arkadaşım ile ilişkimizi bir tık ileriye, nişanlılık seviyesine taşımamız dışında pek de bir şey yapamadım. Yaz tatiline arkadaşımın işlettiği PlayStation salonunda çalışarak başladım. Zaten kısa bir süre sonra Ramazan ayı başladığı için o aralar tatilden gezip tozma konusunda bir beklentim yoktu. Bayram gelip geçtikten sonra işten de çıkıp kendime ufak tefek zaman ayırmaya başladım. Yakın çevreden oluşan günübirlik yayla, deniz, piknik gezileriyle geçiştirdim tatilimi. Şimdi gezdiğim yerleri biraz tanıtmaya çalışayım.

   Burnaz Aile Plajı: Burnaz, genellikle çevre il ve ilçelerin tercih ettiği bir plaj. Belediyenin bir süre elini çekmesi, yakınına yapılan termik santral, asıl plaj bölümünün serbest bölgeye ayrılması gibi sorunlar nedeniyle temizlik konusunda sıkıntıları var. Genellikle günübirlik yerli turistler tarafından kullanılsa da yapılan baraka tarzı evlerde kalma şansınız da var. Çok temiz olmamasına rağmen Türkiye üzerindeki plajlar içerisinde bulabileceğiniz en ince kumlardan birini de Burnaz Plajında görebilirsiniz. Ayrıca çıkış noktası yakınlarda olan, o bölgedekilerin Yanık Değirmen dediği akarsunun da denize döküldüğü nokta olması Burnaz'ın en büyük artılarından. Denize girdikten sonra duş almak yerine kendinizi buz gibi akarsuya atabilirsiniz. Bu soğuk su için bile bazen Burnaz'a gidiyorum. Osmaniye'ye 35-40 km uzaklıkta. Sabahları 6 7 gibi kalkıp gidip, bir iki saat denize girip geri gelebildiğim için de her sene tercih etmeye devam edeceğim bir yer.





Zorkun Yaylası: Türkiye'nin yaylacılık olarak en çok rağbet gören yerleşkelerinden biri olan Osmaniye'nin Zorkun Yaylası, yol üzerinde yayla olarak kullanılan ufak yerleşkelerle birlikte toplam 200.000 nüfusa ulaşabiliyor. Yaz aylarında özellikle Osmaniye olmak üzere çevre bir çok ilden insanı misafir eden Zorkun Yaylası, Amanos Dağlarının tepesinde 1650 civarı rakımda kurulmuştur. Osmaniye'ye yaz ayında işi düşenlerin mutlaka Zorkun'a çıkıp herhangi bir kasapta Zorkun tava hazırlatıp onu da fırında pişirtip ekmek bana bana yemesi lazım. Günübirlikçiler için için Şenlik Tepesi tam kafa dinleyip piknik yapılabilecek bir yer. Yazın yayla olarak kullanılan Zorkun kış geldiğinde bekçiler, askerler ve yabani hayvanlara kalıyor. Diğer şehirlerde çile olarak görülen kar yağışını görmek, kar tepelemek için insanlar kış aylarında yolların izin verdiği kadar Zorkun Yaylasına çıkıyor. İnen arabaların ön, arka veya tepesinde de (Yapan kişi için kardan adam olan) şekilsiz bir kar kütlesi olur. Yine burayı da Osmaniye'ye gelen herkese tavsiye ederim.





   Karaçay: Osmaniye'de piknik denilince ilk akla gelen yer kuşkusuz Karaçay'dır. Hızla şehri saran apartmanlar sebebiyle, şehrin mangal kültürü etkilense de insanlar fırsat buldukça Karaçay'ın gerek belediye tarafından düzenlenen mesire alanında gerekse daha yukarılarında mangallarını yakmaya devam ediyor. Vadinin ortasına akan çayın etrafına belediye tarafından yapılan mesire alanının bir bölümü, yıllar önce yaşanan sel sonucu yıkılsa da insanların en çok tercih ettiği yerlerden biri olmaya devam etmiştir. Şu sıralar Osmaniye Valiliğinin gerçekleştirdiği proje ile tekrar düzenlenen Karaçay eskisinden daha güzel bir hale geliyor. Ve tabi ki Osmaniye'ye yolu düşüp de bir mangal yelleyelim diyenler etlerini, tavuklarını alıp şehre çok yakın olan Karaçay'a uğrayıp pikniklerini yapıp öyle geçebilirler.






   Yaz tatilini genellikle buralarda olmak üzere ufak tefek şehir içi, şehir dışı gezileriyle tamamladım. Öğrenci olarak son olmasını temenni ettiğim yaz tatilimin daha hareketli geçmesini istesem de kendimi, önemli olan sevdiklerinle beraber olmak, diyerek teselli ediyorum. Sonraki yaz tatilinde daha uzun yazabilmek dileğiyle... Hoşçakalın.

16 Eylül 2016 Cuma

Mutluluğun Kaynağı



   Sevginin önemini en çok, sevilmeyen bir insanla sohbet ettiğiniz zaman anlıyorsunuz. Ben bu bayram kendi deyişiyle, sevgiyi ve saygıyı kocasıyla beraber toprağa veren bir teyzeyle sohbet ettim. O anlatıp ağlarken ben anlatılanları kavrayabilmek için kendi kafamda annemi, babamı, kardeşlerimi, nişanlımı, arkadaşlarımı, tüm sevdiklerimi bir bir kaybedip yalnız başıma kaldım. Kendi kafamda oluşturduğum yalnızlık, sevgisizlik bile kısa sürede çıldırmanın eşiğine getirdiyse beni, o teyze kendi içinde neler yaşıyordur kim bilir.


   Bayramın ilk ya da ikinci günüydü. Akşam evin içinde bunalıp kendimi dışarı attım. Belki de sigara içmek için çıkmışımdır bilmiyorum. Mahallede gezinirken ara sokakların birinde yaşlı bir teyze yolun kenarında tek başına oturmuş. Elinde bakır bir kap, içerisinde de bir sürü şeker. Tam yanında geçerken seslendi; "Oğlum! Şekerini al." Gittim hemen yanına önce elini öptüm sonra susamlı şekerlerden bir tane aldım. Yüzüğümü görmüş şekeri alırken. "Evli misin oğlum?" dedi."Yok teyze nişanlıyım." dedim. Elimden tutup beni ışığa doğru çekti iyice. "Oğluma benziyorsun aynı" deyip peçetesini gözüne götürdü. Aklıma önce ölmüş olabileceği geldi. Sustum bir şey diyemedim. İçeriden bir sandalye çekti. "Zamanın varsa otur da az yoldaş ol bana dedi." Oturdum tabi. Merak etmiştim çünkü bu teyzenin anlatacaklarını. Ben dinlemeye başladım, o içini dökmeye...


   "Bayram geliyor diye kendi kendime evi beriden öte tertemiz ettim belki gelir oğlum, gelinim, torunum diye. Bir de ufağından koyun aldırdım kestirdim şu karşıda oturan berbere. Mangalın üstüne koydum odunu kömürü ki gelirlerse hemen pişirip yiyelim yemeğimizi. Sonra aklıma geldi daha ilk günü bayramın kendi kurbanlarını kesip doğrarlar. Telefonu aldım yanıma öter diye. Kendim çeviremiyorum buları gözüm seçmiyor. Bekliyorum işte burada. İçeriye sığamıyorum. İhtiyaçlarımı karşılamaya giriyorum anca içeriye. Sonra çıkıp burada bekliyorum işte. Beklerken de gelene geçene şeker verip bayramlarını kutluyorum."


   Ben nedenini merak ederken teyze anlamış gibi başladı anlatmaya. "Kocam rahmetli olunca oğlum beni yanına almak istedi. Mersinde polislik yapıyor. Gitmem, kocamın evinden bir yere ayrılmam desem de tuttu götürdü beni. Götürdü ama daha aradan bir hafta geçmeden, oynaya oynaya gelin getirdiğim oğlumun karısı benden rahatsız olmaya başladı. Biricik oğlum var benim, onun da biricik kızı. Ben de kalmak istemiyordum yanlarında ama bir zararım da yoktu ya neyse işte. Torunumu sevip duruyordum her gün. Aradan bir ay geçti. Oğlumla gelinim hep gerginler hissediyorum. Karar verdim konuşacaktım oğlumla. Beni evime götür diyecektim. O geldi yanıma ben düşünürken. Eğilip bükülerek kısaca; ana beni yanlış anlama ben sana kurban olurum ama gelinin senden rahatsız oluyormuş, pissiniyormuş seni dedi. Evine götürsem seni her ay alışverişini yapsam getirsem elini öpüp dönsem olur mu? Oğlum dedim ben kimseyi yanlış anlamam zaten ben de gitmek istiyorum evime  yurduma. Neyse oğlum aldı beni getirdi evime. İlk zamanlar dediği gibi geliyordu her ay gelinimi torunumu alıp. Daha sonra iki ayda bir oldu bu. Sonra bayramlarda seyranlarda gelir oldu. Üç bayramdır telefonla arıyor, hiç gelmiyordu. Bu bayram onu da yapmadı işte. Bekliyorum!" 


   "Hiç kimsen, sevenin, sayanın yok mu teyzem?" dediğimde "Sevgiyi, saygıyı 7 sene önce kocamla beraber toprağın altına gömdüm, bir oğlum vardı o da kim bilir şimdi nerede." cevabını verdi. Verecek cevap bulamadım. Öptüm tekrar elini teyzenin. "Üzme kendini teyzem, her işte bir hayır vardır." diyebildim sadece. Yanından kalkıp sigaramı yaktım tekrar. Bir insan kendini doğurup büyüten, meslek sahibi olana kadar bakan, evlendiren annesini nasıl unutur yanına gelmez diye düşünerek evime doğru yürüdüm.


   Kendi kendime bu hikayeyi tamamlamak istedim. Tamamladım da kendi içimde. Sonra düşündüm ki bu yaşlı teyze aradan yıllar geçse de oğlu, gelini, torunu yanına gelip ufak bir sevgi gösterse sanki hiç bir şey olmamış gibi devam eder hayatına. Onları hor görüp, onların yaşattıkları üzüntüleri yüzlerine vurmaz. İşte bu noktada sevginin büyüklüğü kendini gösteriyor.

   Sevginin saygının açmayacağı kapı, düzeltmeyeceği sorun yoktur. Bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeden ufacık şeyler için çok fazla insanı kırıyoruz. Aslında bunu çözebilmek için sadece olaya karşıdakinin gözünden bakmamız yeterli olacak ama bir türlü bunu başaramıyoruz. Sevmeyi bilmiyoruz demeyeceğim. Sevmeyi biliyoruz ama bir insanı sevmemiz için bazı şartlar arıyoruz. Ten rengi, siyasi görüşü, tuttuğu takım, gittiği yol, giyim tarzı... İnsanları sevmek için bir sürü süzgeçten geçirip kafa yapımıza uyan bir kaç insanı seviyoruz. Onlara olan sevgimiz, saygımız da ufak bir fikir ayrılığı yaşayana kadar.

   Kendi elimizde olan mutlu bir hayatın kaynağı sevgidir. İnsanları seversen insanlar da seni sever ve mutlu olursun.


12 Eylül 2016 Pazartesi

Muş Seyahatnamesi

   Kuzenimin üniversite kazanmasının ardından iki gün içerisinde kendimi onunla birlikte kayıt için Muş yollarında buldum. Ömründe Şanlıurfa'dan doğuya gitmemiş biri için ön yargılarla dolu geçeceği belli olan bir geziydi bu. Öyle de oldu. Kimi zaman haklı çıksam da bu ön yargılar için çoğunlukla pişman oldum.

   Gece yolculuklarında genellikle karanlığı nokta nokta delen ışıklar gördüğüm zaman o ışıkların altında şu an neler yaşandığını düşünüp kendi kendime hikayeler oluştururum. Bu defa da pek farklı olmadı. Kulaklığımı takıp kendimi geçtiğim şehirlerin, ilçelerin, köylerin ışıklarına; yaşantılarına bıraktım. Ömründe şehrinden 100 km den fazla birkaç kez uzaklaşmış bir kişiye eziyet gibi gelir otobüs yolcuğu. Bana da aynen öyle oldu. Uyumak bir yana gözlerimi kapattığım zaman kaçırdığım bir şey oldu mu acaba diye düşünüyorum.

   Muş küçük bir şehir olmasına rağmen şehrin mimarisi, insanlarının samimi ve içten olması ile bende öğretmenlik yapılabilecek yer duygusunu oluşturdu. Ön yargılarımdan dolayı mecburi doğu görevi benim için daha şimdiden istenmeyen bir durumdu. Ama farkettim ki üzerinde Türk bayrağı dalgalanan her yer öğretmenlik yapılabilir, yaşanılabilir. Sonuçta oradaki dolmuşlar, lokantalar, bakkallar, kısaca oradaki hayat tamamıyla kendi yaşantımın aynısı.

   Yemeklerine gelecek olursak beklentimin altında kaldı. Doğunun yemek kültürünün ilerde olduğunu hepimiz biliyoruz. Adana'da yaşadığım, Osmaniyeli olduğum için midir bilmem ama yediğim kebap beni pek tatmin etmedi.

   Beklediğim farklı sıkıntılar olmasına rağmen yaşadığım tek sıkıntı geri dönüş bileti bulamamam oldu. Malatya aktarmalı bilet aradım bulamadım, Elazığ aktarmalı denedim yine olmadı. Ön yargılarım yine kendini göstermeye başladı o anda. İstemeyerek Diyarbakır'dan bilet var mı diye baktığımda istemediğim kadar bilet buldum. Diyarbakır'dan biletleri ayırtıp Muş'tan da Diyarbakır'a bilet aldım. Yola çıkma saati geldiği zaman muavinin yanındaki adama "Yol kesikmiş bakalım devlet mi kesiyor yoksa örgüt mü?" demesine kulak misafiri oldum. O anda bazı ön yargılarımda haklı olduğumu düşündüm. Yolu kesen Polis Özel Harekattı. Bu da şansımızdı sanırım. Bir sıkıntı olmadan Diyarbakır'a gelip otobüse bindik ve memleketimize de geldik.

   Sonuç olarak bazı sıkıntılar olsa da Diyarbakır, Muş ve doğudaki diğer tüm iller tıpkı batıdakiler gibi bizim ve gayet güzel bir şekilde yaşanılabiir. Ön yargılarım yüzünden daha görmeden sevmediğim, kötü olduğunu düşündüğüm yerlerin aslında yaşadığım yerlerden hiç bir farkı  olmadığını gördüm. Artık biliyorum ki doğuda öğretmenlik yapmanın mecburiyete bağlanması bile gereksiz benim için
.
7 Eylül 2016 Çarşamba

Neden Blog?

   Blog yazma hevesimin ikinci, büyük ve kalıcı adımını bir hafta önce attım. Bu defa direk yazmaya çalışmak yerine araştırmayı tercih ettim. Blog yazmanın ne demek olduğunu ünlü bloggerların yazdıklarından öğrenmeye çalıştım. Öğrendiğim de şu ki blog gelişim aşamasındaki bir bebeğe benziyor. Ne kadar önemserseniz, ilgi gösterirseniz o kadar sağlıklı büyüyüp gelişiyor.

   Bu blog için öncelikli amacım yaşadığım olaylar hakkında fikirlerimi yazıp bu fikirlerin kalıcı olmasını sağlamak, dilimi yorabildiğim tüm olaylar hakkında ellerimi de çalıştırıp bu olaylardan sizlerle birlikte ders çıkarıp kendimi ve elimden geldiği kadar sizleri de geliştirmek. Her yeni blog yazarı gibi kendimi yazma konusunda geliştirmeye çalışacağım. Bir Sınıf Öğretmeni adayı olarak şu an son sınıf öğrencisinin yazılarını okuyacaksınız. Kim bilir belki bir gün köy okulunda öğretmenlik yapan bir öğretmenin yazılarını okurken bulursunuz kendinizi.

   Öncelikle her konuda kendi düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım bu blogda sizlerden gelen istekler doğrultusunda ilkokul çağındaki çocukların gelişimleriyle ilgili fikirlerimi ve eğitim öğretim ile ilgili düşüncelerimi de paylaşabilirim. Elimden geldiği kadar sık yazmak istiyorum. Umarım yazılarımı okumaya değer bulursunuz.